Bu Çocuklar Şanslı mı Şanssız mı?


Alnındaki kırışık duruş, yaşıyla tezat oluşturuyordu. Bu tezat, velilerin çocuk parkındaki görüntüleri gibiydi… Bora henüz sekiz yaşındaydı. Okul değiştirmek için geçiş sınavına gelmişti. Aynı bahçede, anaokulu sınavına girecek olanlar, geçiş sınavı için bulunanlar ve tabi ki  olanlardan daha endişeli pek çok veli vardı



Semih, çocuğunu sınava getirirken bu kadar kalabalık bir tablo ile karşılaşacağını düşünmemişti. Oysa okul ana baba günüydü. Her yerde çocuğuna tembihlerde bulunan anne- babalar vardı. Görüntü adeta bir boks müsabakasının molasını andırıyordu. Az sonra başlayacak mücadele için verilen tüyolar bitmek bilmiyordu. Çocuklar da anne babalarının ellerini sıkıca tutmuşlardı. Bazılarında rahat, bazılarında ise kaygılı, ağlamaklı bir ifade vardı. İşte o yaşta bir çocuğun alnına kırışık görüntüyü veren de bu kaygılı ruh haliydi…



Bora’nın içinden, parka doğru koşup kaydıraktan kaymak geldi. Ne var ki park velilerin istilasına uğramıştı. O küçük aletlerin yanında anne-babalar dev gibi görünüyorlardı. Ait olmadıkları bir dünyaya giriş yapmış gibilerdi… Bora kayma isteğinden vazgeçti. Hem zaten babasının sıkı sıkıya tuttuğu elini bırakırsa, o kalabalıkta o eli tekrar hiç bulamazmış gibi hissetti.



Kalabalığın oluşturduğu uğultu, yapılan anons ile azaldı.



“Sevgili çocuklar, hayatınız için çok önemli bir sınava girmek üzeresiniz. Lütfen giriş kapısına doğru ilerleyin. Tüm çocuklarımıza başarılar dileriz.”



Demek bu sınav bu kadar önemliydi. Oysa Bora, gelmeden önce evde bir oyun kurmuştu. Futbolcu kartlarıyla yapacağı bir maç vardı. Çıkmaları gerektiği için oyunu yarım kalmıştı. Şu an ona sorsalar o oyun daha önemliydi. Ne var ki anne babası pek de aynı fikirde değil gibilerdi. Annesi hala soruları dikkatli çöz cümlesini farklı şekillerde söylüyordu. Ve sanırım durup durup aynı şeyi tekrarlıyordu.



Bora giriş kapısına geldiğinde babasının elini bıraktı. Ailesine baktı ve içeri girdi… Kapıdan oğullarını göremez olduklarında, Semih ve Canan bahçede bekleyecekleri bir yer aradılar. Bahçe duvarında bir boşluk bulup,  yaslandılar. Sabahtan beri kaldır kahvaltı ettir, hazırla, hazırlan, sınava ikna et, yol yap, park yeri bul, geç kalmamak için hızla yürü, Bora’nın yapması gerekenleri söyle derken, adeta nefes nefese kalmışlardı. O sebepten olsa gerek, yaslandıkları yer bir bahçe duvarı olsa da, o soluklanma onlara tatil gibi gelmişti… Bir süre sessizce etrafı izlediler. Bulundukları yerden okul binası, bahçesi rahatlıkla görünüyordu. Her yerde veli öbekleri vardı. Bazıları orada yan yana beklerken sohbete başlamışlardı. Bazıları ise sadece kendi eşleri ile konuşuyorlardı… Yan taraflarından gelen ağlama sesiyle Semih’in ve Canan’ın başı sağa çevrildi. Bir anne baba, kızını ikna etmeye çalışıyordu. Çocukları babasının boynuna sarılmış, kucaktan inmek istemiyordu. Girmeyeceğim diye ağlıyor, annesi ise ısrarla ikna etmeye çalışıyordu.



“Bak yavrum, sen bu sınav için bir senedir her hafta sonu ders aldın. Sadece girip soruları çözeceksin hepsi bu… Hadi kızım, bak sınavdan çıkınca hep beraber yemek yemeye, oradan oyuncakçıya gideceğiz. İstediğin bebeği alacağım sana, hadi kızım, bak kapılar kapanmak üzere…”  



Anne ne dese  kar etmiyordu. Kız çocuğu, babasının boynuna sarıldıkça sarılıyor, girmeyeceğim diye ağlıyordu. Yapacak bir şey olmadığını fark eden anne artık yenilgiyi kabul etmişti.  Az önceki anlayışlı ses tonu, yerini kızgın bir ifadeye bırakmıştı.



 “İyi” dedi, “Ne yaparsan yap, biz senin geleceğin için kendimizi paralıyoruz. Senin yaptığına bak! Yok sana oyuncak moyuncak… O ancak hak edenlere var…”



Hızlı adımlarla önden önden yürüyerek okul bahçesinden çıktı. Kız ise ağlamaya devam ediyor, tedbiren hala babasının boynuna sarılıyordu…



Anne-babalar farklı yerlerde öbekleşmiş olsalar da konuları ortaktı… Hangi okul hangi yöntemi kullanıyor. Hangisi sınava daha iyi hazırlıyor... Sınav sonuçları ne zaman belli oluyor…



Az önce oğullarındaki ifade, şimdi Semih ve Canan’ın yüzündeydi… Onlar da bir telaşenin içindeydiler. Öyle ki, yapmaları gerektiğine inandıklarını yapmaya çalışıyorlardı. Sürekli yetişmeye çalıştıkları bir tempo vardı. Evlatlarına en iyi imkanları sunmaya çalışıyor, bunun için pek çok fedakarlıklar yapıyorlardı. Aynı, bahçedeki nice anne babalar gibi… Çocuklarının gelecekleri ile ilgili kaygılanıyorlardı… Ona iyi bir eğitim vermek istiyorlardı… İyi insanlarla olsun, iyi insan olsun diye mücadele ediyorlardı…



Her şey bu kadar zor mu olmak zorunda diye düşündü Semih… Kendi çocukluğunu hatırladı. O okula başlamak için hiçbir sınava girmemişti. Okul başlayacak demişlerdi ve başlamıştı… İlk senelerinde okula annesi götürürdü. Zaten mahalle okuluna gittiği için yürüyerek giderlerdi. Annesinin işi varsa komşuları eşlik ederdi. Mahalle arkadaşları da o okula gittiklerinden bir süre sonra annelere ihtiyaç kalmamıştı. Arkadaşları ile oynaya oynaya gider, bazen yolda oyalandıkları için geç kalırlardı. Kime denk gelirse de aynı yoldan beraber dönerlerdi. Okul dediğin yarım gündü. Bazı sene sabahtan, bazı sene öğleden sonra gider, ona göre düzen kurarlardı. Eve dönünce vakit varsa istediği tek şey kendini sokağa atmaktı. Bir şeyler atıştırır ve dışarı çıkardı… Üniversite sınavı haricinde çok kaygılandığı bir sınav da hatırlamıyordu… Şimdiki çocuklar hem çok şanslı hem de çok şanssız diye düşündü. Bir yandan pek çok imkana sahipler, bir yandan da daha bu yaşta bir mücadeledeler…



Canan, hemen önündeki annelerin sohbetine kulak kabartmıştı. Bir anne, büyük kızının okuluna her gün gittiğini, bahçede okulun bitmesini beklediğini, her gün öğretmeniyle konuşup günlük rapor aldığını anlatıyordu. Çocuklarımın eğitimi benim için çok önemli diyordu. Diğer anne ise oğlunu götürdüğü kursları anlatıp tavsiye ediyordu. Bora ise sadece yüzmeye gidiyordu. Ve Canan hiç okulun bahçesinde bekleyip öğretmeniyle her gün görüşmek istememişti. Acaba ilgisiz bir anne miydi? Yeterince görevlerini yapamıyor muydu? Kendi annesini düşündü… Canan hep çalışkan bir öğrenci olmuştu. Karne aldığında eve neşeyle gelir, “anneee, karne aldık, bak hepsi pek iyi” derdi. Annesi o an neyle uğraşıyorsa “iyi aferin” deyip işine devam ederdi. Şimdiki gibi karne hediyeleri, dersleri geçerse alınacaklar listesi, vaatler yoktu. Annesi işine devam edince, o da karnesini bir kenara bırakıp günlük hayatına dönerdi. Annesinin ona çalış dediğini hatırlamıyordu bile. Zaten çalışırdı. Acaba o dönemki çocuklar farklı bir yapıda mıydı?



O zamanlar, sanki ailelerin karneden daha çok önemsedikleri şeyler var gibiydi… Mesela gezmeye gittiklerinde fazladan bir tabak daha yerse, annesinin kaşı başının arkasına geçecek gibi yukarı kalkıyordu. Hiçbir şey dememesine rağmen o kaş neler neler anlatıyordu… “Evde ben sana yemek yedirmemişim gibi… Arsız çocuklar gibi…” Mesajı alan çocuklar da masanın başından nasıl sıvışmaları gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Anneler konuşmadan pek çok şey anlatabiliyordu. Kendini düşündü. Dünya kadar konuşuyor, nokta kadar sonuç alamıyordu. Bu düşünceler Cananı yoruyordu. İyi ki de ikinci çocuğu düşünmemişlerdi. Birinin problemleri fazlasıyla yetiyordu. Hem zaten ikinci çocukları olsa, ona iyi imkanlar sunamazlardı. Aynı anda ikisini özel okulda okutamazlar, farklı kurslara götüremezlerdi… İmkanları buna yetmezdi. Sonuçta çocukları iyi bir eğitim almalıydı, okul onu yetiştirmeliydi… Sonra aklına kardeşleri geldi… Dile kolay beş kardeş… Hangisi olmasa daha iyi olur diye düşündü… İçi acıdı… Didişse de, yeri gelip tartışsa da birinin eksikliği bile onu çok üzerdi. Beş kardeş aynı odada uyuduklarını hatırladı. İki ranza, bir tekli yatak. Evdeki hiyerarşiye göre ranzanın üst katları en değerli yerlerdi. Onu tekli yatak takip ediyordu. En son gelenlere ranzanın alt katı verilmişti. Oysa Bora’nın tek başına krallığını ilan ettiği odası vardı. Kimse ile yatak kapma yarışı yapmasına gerek yoktu… Cananın ailesinin imkanları geniş değildi ama annesi ona dört kardeş vermişti. Şu anki en büyük zenginliklerindendi kardeşleri… Semih’in düşüncelerinden habersiz onda da beliren aynı soruydu. Gerçekten... Bu çocuklar şanslı mıydı, şanssız mıydı?



Bu koşturmacayı takip ederken…



Zamanı yakalamaya çalışırken…



Düşünmeye çok da vakitleri olmuyordu..



Onlar da çoğu aile gibi bir şeylerden geri kalmamaya çalışıyorlardı…



Sonuçta, sınavlar önemliydi…



İyi hazırlanılmalıydı…



Çocuklar mahrum kalmamalılardı…



Gerçekten… Öyleydi de…



Acaba hayattaki sınavlara hazırlanmakla, okul sınavlarına hazırlanmak aynı şey miydi?



Gerçek mahrumiyet neydi?



İmkan neydi?



Nasıl karar alacaktı…



Keşke bilebilseydi…



Sorular zihinlerinde gezinirken zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Çocuklar çıkmaya başlamışlardı. Kalabalığın içinde Bora da görünmüştü. Anne babasını görmeye çalışıyordu. Canan ve Semih ayaklandı… Az önceki soruların yerini daha güncel sorular almıştı. Çocuklarını alıp, trafik çok sıkışmadan çıkmaları iyi olurdu.



Semih, “Ben arabayı çıkarmaya gidiyorum, sen Bora’yı al kapıya gel, vakit kaybetmeyelim.” dedi. “Hangi alışveriş merkezine gidelim? Ona göre o yönden geleyim” diye sordu.



Canan, “Şu spor malzemeler satan mağazanın olduğuna gidelim. Yukarıda yemeğimizi yer, Boranın istediği arabayı alırız. Sonra da spor ayakkabı almam lazım” diye cevap verdi…



Her biri yoluna giderken şu an için problemlerini çözmüş görünüyorlardı… Diğer soruları belki bir ara yeniden düşünürlerdi…










Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tek Olmak Yalnız Olmak Demek Değildir Oysa!

KADER AĞLARINI ÖRÜYOR...

GEÇİCİLİĞİN İÇİNDEKİ GERÇEK AMAÇ...