Roller ve Modeller
Güneşin doğuşu ile etraf ısınmaya başlamıştı. Sıcak bir Pazar sabahı idi. Etrafta kimsecikler yoktu. Dükkan kepenkleri yavaş yavaş açılıyor, tezgahlar kurulmaya başlıyordu. Sık dallı, koyu yeşil yapraklı defne ağaçları arasında bisiklet ile turluyorlardı Deniz ve Öykü. Çocukluğunun Bağlarbaşı, Fıstıkağacı sokaklarında da görürdü kapı girişlerinde asılı olan defne yapraklarını. Hoş kokusu ve zeytine benzeyen meyvesi ile ne çok şeyi çağrıştırıyordu.
İç içe girmişti tüm geçmiş ve yaşanmışlıklar tıpkı defne ağacındaki yapraklar misali. Kimi zaman kendi çocukluğunda geziniyordu. Kimi zaman kızı Öykü'nün çocukluğuna gidiyordu. Kendi kariyer hırsları ve kişisel çıkarları sebebi ile; yarım kalmış acı ve pişmanlık dolu hikayesine. Pişmanlığı arttıkça yine gözünün önüne aynı görüntü geliyordu. Defalarca, defalarca aynı görüntü...
Havaalanında sırtlarında çantaları ile Paris yolcusu iki çocuk... Beş yaşında arkasını dönüp ağlayan bir erkek çocuğu ve “Yeter artık ağlama ve önüne dön. O artık bizim annemiz değil, bizi sevmiyor, çünkü bizden vazgeçti” diyen gözü dönmüş nefret dolu bakışlara sahip on bir yaşlarında bir kız çocuğu.
Gözünden bir damla yaş aktı Deniz’in. Sanki kah uyuyor, kah uyanıyordu. Ancak geçmişi, hatıraları, acıları ve pişmanlıkları bir film şeridi gibi zihninde geziniyordu. Kim bilir kaç gündür yatıyordu bilinci yarı kapalı ve yapay solunum desteği ile yoğun bakım ünitesinde. Şiddetli göğüs ağrısı, nefes darlığı ve çarpıntı ile oluşan kalp krizi ile Acile getirilmişti. Yetiştirmek zorunda olduğu işleri sebebi ile günlerce aç ve uykusuz kalmıştı. Kalp krizi sonrasında kusma, terleme ve bayılma ile oluşan bilinç kaybı ile yatıyordu bembeyaz örtüler içerisinde. Ölüm ile yaşam arasındaki bu ince çizgide geçmişteki yirmi beş yıl içerisinde geziniyordu Deniz. Bazıları için bir son, bazıları için ise yeni bir başlangıç noktası olan bu bilinmezlikte...
Mimar Sinan Üniversitesi, İç mimarlık bölümünü kazandığında henüz 19 yaşındaydı. Çocukluk hayaline kavuşmasında hayran olduğu dedesinin ve babasının büyük payı vardı. Okuldan arta kalan zamanlarda, soluğu Topağacındaki dede ocağı atölyede alıyordu. Üç kız ve iki erkek kardeşin en küçüğü idi Deniz. Kardeşleri, anneleri ve neneleri ile vakit geçirirken, o dedesinin yanından hiç ayrılmazdı. Cuma öğleden sonraları en sevdiği gündü Deniz’in. Dedesi ile İstanbul'un en meşhur semtlerindeki mobilya mağazalarına tahsilata giderlerdi. Keyifleri yerinde dönerlerse dondurma yerler, tavla oynarlardı sahildeki eski çay bahçesinde...
Dede İhsan bey, Bursa İnegöl eşrafındandı. Kalabalık bir ailenin en büyük oğlu idi. Küçük yaşta babası ölmüş, kardeşleri ve annesi ile birlikte İstanbul'a dayılarının yanına gelmişlerdi. İlkokulu zar zor bitirmiş ve daha çocuk yaşta iş hayatına atılarak ailesinin yükünü sırtlanmıştı. Çok çalışkan, merhametli, sözünün eri ve başarılı bir adamdı. Netliği, cömertliği, iletişim marifeti ve disiplinli ahvali ile herkesin hürmet ettiği ve çekindiği biri idi. Kendine münhasır prensipleri vardı. Şehrin en merkezi yerlerinden birinde büyümüş idi. İşi gereği birçok ailenin evlerine, iş yerlerine girip çıkmışlığı vardı. Kendi ailesindeki kadınların, çocukların ve gençlerin belli bir saatten sonra yalnız başlarına sokakta olmasına asla izin vermezdi. Çünkü ailesinin kadınları ve evlatları onun kıymetlileriydi. Oğulları ile birlikte, ev dışında ailenin her türlü sorumluluk ve yükünü üstlenirdi. Ancak ev içerisinde de hanımından, kızlarından ve gelinlerinden ayrı bir ikram, özen ve ilgi beklerdi. “Evin erkekleri, evin en kıymetli misafirleridir, ona göre hanımlar... Sabah ezanı ile çıkar, akşam ezanı ile evde oluruz” derdi. “Bu saatler içerisinde ne işiniz var ise halledin” derdi. İhsan bey, kendi çocukluğunda yaşayamadığı imkanları sağlayabilme çabasında idi. Yıllardır hayalini kurduğu aile hayatı için çok özen ve ihtimam gösteriyordu. Çünkü İhsan bey; “Ev bir insanın kalesi gibidir” derdi.
Herkes büyük bir memnuniyet ile uyum sağlardı İnegöllü baba İhsan beyin kurallarına...
Elinde zımpara ile peşinde dolanan en küçük torunu Deniz dışında. Kız kardeşleri bezden bebekler yapardı, o da bu bebekler için ahşaptan minik kanepeler, minik koltuklar üretirdi. Her yaz tatilinde tüm aile önce İnegöl'e akrabalara ziyarete giderlerdi, sonra da Defne kokulu Datça yarımadasına.
Hiç aklına gelir miydi ki; aşık olduğu dede yadigarı işde bu kadar aşırılıklara kaçacağı? Bu aşırılıklarının yıllar sonra Deniz’i büyük yalnızlıklara, acılara ve pişmanlıklara sürükleyeceği... Kariyer sevdası ve başarı hırsı ile dağılmış bir yuva ve dengesi bozulmuş bir eş bırakmıştı geride. Onu en çok acıtan da kaybolan yirmi beş yıl ve vazgeçmek zorunda kaldığı anneliği idi. İnsan şu hayatta önceliklerini neye göre belirlemeliydi? Bunu fark edebilmek için uzun yıllar bir acı ve pişmanlık yaşamalı mıydı ki?
Denge bozulduktan sonra tatmin olmak mümkün müydü ki bu hayatta?
Bu bilinmezlik içerisinde gözünden akan bir damla yaş ile tüm öyküsünü yeniden yaşıyordu adeta. Kusma, terleme ve bayılma ile gelen kalp krizi neticesinde oluşan yarı bilinç kaybı eşliğinde...
Deniz ile evlendiğinde yirmi sekiz yaşındaydı Selçuk. Ailesinin mali idari ve muhasebe işlerini yürütürken tanışmışlardı. Serbest mesleğe başlayalı bir kaç yıl olmuştu, daha sonra yabancı sermayeli bir firmanın finans bölümüne girmişti. Yeni iş hayatında part time ağırlıklı çalışıyor, çoğu zaman evden de yürütebiliyordu işlerini. Karısı Deniz kadar yoğun bir iş hayatı da hiç bir zaman olmamıştı zaten. Tercihini daha rahat bir yaşam ve önceliğini hep aileden yana kullanmıştı. Denizin işlerinin en yoğun olduğu akşam ve haftasonu saatleri Selçuk’un evde olduğu saatlerdi. Selçuk evinde olmaktan ve çocukları ile vakit geçirmekten daha çok keyif alıyordu. Deniz ise, evde olduğu saatler bile sürekli bilgisayar başındaydı ve elinden telefon hiç düşmüyordu. Selçuk ne kadar eve ve ev hayatına düşkün ise, karısı Deniz de evden bir o kadar uzak ve ilgisiz idi. Çocukluklarında yaşadıkları ve gördükleri ilişkilerin tam zıttı bir ilişki yaşıyordu her ikisi de kendi yetişkinliklerinde. Erkeğin daha çok evde aktif olduğu, kadının ise dışarıda aktif olduğu bohem bir hayat...Çocukların daha çok baba ile vakit geçirdiği, annenin ise o fotoğraf karelerinde yer alamadığı bir hayat. Evde yapılan ortak ev işleri, kontrol edilen ev ödevleri, birlikte oynanan oyunlar ve puzzlelar... Eğlenceli haftasonu kahvaltıları, gidilen orman yürüyüşleri, boğazdaki vapur sefaları... Beylerbeyi, kanlıca gezileri, Arnavutköy bebek sahil yürüyüşleri, Beşiktaş dönercisi, Çamlıca tepesi...Dört kişilik bir ailede üç kişilik bir yaşam...
Nasıl yürüyecekti ki böyle bir evlilik? Her geçen gün dengeler alt üst oluyordu. Roller ve modeller birbirine girmişti. Ortak paylaşımlar, ortak sevinçler, ortak acılar yerini bireysel hayatlara, bireysel sevinçlere ve bireysel paylaşımlara bırakmıştı. Demek ki; isteklerin ve önceliklerin farklı olduğu bakış açıları üzerine kurulmuştu bu birliktelik...
Zaten mizacına ters bir meslekte yıllarca keyifsiz çalışmıştı Selçuk. Karısı Denizin ısrarları olmasa çoktan bırakmış ve başka bir mesleğe geçmişti bile. Ancak bu defa bir karar almıştı ve karısı Deniz’i dinlemeyecekti. Yeni gelen iş teklifini de kabul edecekti. Çalıştığı firma Fransa Saint German De Pres deki merkeze göndermek istiyordu Selçuk'u. Niyeti hep birlikte ailece yerleşmek idi. Hep hayal etmiyorlar mıydı zaten karı koca çocukların Fransız ekolü ile yetişmelerini. Ancak Deniz’i nasıl ikna edeceğini bilemiyordu ve nitekim ikna edememişti de. Bu sebeple rafa kaldırmıştı yurtdışına yerleşme planını. Ta ki; yalnız kaldığı haftasonlarından birinde eski iş arkadaşı Nilgün ile karşılaşana kadar. Bir yandan Nilgün’ün ilgisi, bir yandan karısının ilgisizliği ve kaprisleri...Kafası karışmıştı ve bu karışıklık içerisinde daha çok kızmaya başlamıştı hem kendine hem karısına... Ve nihayet gitme kararı aldı çocukları ile birlikte. İşinden ve kariyerinden vazgeçemeyen Deniz, çocuklarının da Fransa da büyümesi daha iyi olur düşüncesi ile basireti bağlanmış ve her ikisini de babaya vermeyi kabul etmişti. Gün geçtikçe kariyerinde daha çok ilerliyor ve her geçen gün evlatlarından daha çok uzaklaşıyordu. Gönüllerde ve zihinlerde mesafeler açıldıkça da kocasını suçluyor, bu ayrılığın tek sorumlusu olarak çocuklarının babasını görüyordu. Selçuk ve kızı Öykü, Fransa'daki yaşantıya ve iş hayatına çabuk adapte olmuştu. Timur bir yandan ablası ve babasına uyum sağlamaya çalışıyor, bir yandan gizli gizli annesini arıyordu. Sömestr ve yaz tatillerinde annelerini ziyarete gidiyorlardı ama bu ziyaretlerde bile anneleri çok yoğun oluyordu. Yıllar geçiyordu Timur’un aklı halen çocukluğunda gittiği Beşiktaş maçlarında, boğazın ihtişamı içindeki vapur sefalarında ve Çengelköy börekçisinde idi. Abla Öykü ise, halen dindiremediği anneye olan öfke ile çoktan Türk asıllı Fransız olduğunu kabul etmişti bile. İstanbul da giydiği no name marka giysilerin tümünü, beyaz tshirtler üzerine giydiği renkli deri ceketlerini ve babet renkli pabuçlarını fırlatıp atmıştı çoktan. Annesinin uzaktan kumanda ile kurduğu bir düzende, annesi gibi işkolik bir kadın olmak değildi onun hayali. Erken yaşta evlenip bir sürü çocuk sahibi olmak istiyordu. Bu sebeple de annesi ile aynı mesleği tercih etmişti ancak onun hayatındaki yanlışlara bakarak doğru deneyimleri hayatına transfer etmişti. Bir yandan sofrayı hazırlıyor, bir yandan evdeki çiçekleri suluyor, bir yandan yarın ki sınav için ders notlarını gözden geçiriyordu. Birden bir şarkı mırıldanmaya başladı, uzun zamandır ilk defa bir Türkçe parça söylediğini fark etti.
"Hani fani bu hayat ümit bağlayamam
Olmadı diye oturup ağlayamam
Gönlü geniş olan sükutu öğrensin
Sevgimi yok yere kimseye bağlayamam
Gelir mi diye hayallere sığınamam
Kemale eren kendinden versin"
Kaybolan yıllar, sahte problemler, gerçek problemler
Acılar, pişmanlıklar, farkındalıklar, yanılgılar
Bez bebekler,
ahşap minik sedirler,
defne kokulu sokaklar,
kanadı kırık kuşlar,
ambulans sesleri,
inleyen, ağlayan birileri,
anons eden hemşireler,
toplantı masasına yığıldığı an
uzaklardan gelen sessiz telefondaki şarkı sözleri
tüm görüntüler ve tüm sesler birbirine karışmıştı sanki.
Gözünü açtığında yattığı yerin etrafı örtüler ile kapanmış ve başında sadece kızı Öykü vardı.
Elinde hoş kokusu ve zeytine benzeyen meyvesi ile bir çift defne dalı
Öfkesi dinmiş iki çift göz ve akan iki damla gözyaşı...
Çok dokunaklı bir hikaye... ve çok gerçek... kim bilir kaç hanenin içinde buna benzer bir hikayenin başlangıcı veya orta bölümü yaşanıyor şu an... herkes kendi ailesinin mimarı olabilmeli önce...
YanıtlaSilsanırım üç kez okudum ve her defasında ayrı derinliklere daldım...
YanıtlaSilgerçek bir hikaye belli ve çok akıcı ifade edilmiş elinize sağlık...