HEPİMİZDEN BİR PARÇA...
Falanca yılın filanca ayında ve falanca gün doğmuşum… Belki bahar belki kış ne önemi var ki? Doğduğumda kimseyi tanımazdım hatta biraz da korktum. Bilmediğim tanımadığım bir dünyaya adım attım. Sesler ve görüntüleri bugün hatırlamıyorum bile. Sadece açtım. Birinin kucağında doyurdular, sonradan öğrendim ki annemmiş, o dünyaya getirmiş beni. Kokusu, dokunuşu, sesi yumuşacık, merhamet dolu.
Birkaç ay geçti bir de baban var dediler. İlk başta yalan yok biraz garipsedim. Anneme göre daha uzaktı bana. Bir sabah görürdüm bir de akşam. Bazen ben erken uyur babamın geldiğini de duymazmışım annem anlattı sonradan, haberim olmadan öper okşarmış beni, böyle giderirmiş özlemini. İşe gidiyormuş, ne demekse. Solucan gibiydim ilk başta, yerde kıvranıp duruyordum sonra ellerimi fark ettim. Onları önce ağzıma soktum sonra emekledim. Sanırım biraz da böyle devam etti yerdeki mücadelem. Evdeydim, yerdeydim. Derdim çoktu, fark eden de çoktu.
Annemin dikkati hep üzerimde, bana karşı merhametli ve yumuşak. Bazen babama kızardı, o zaman onu tanıyana aşk olsun. O merhamet dolu kadın gidiyor başka bir şey çıkıyordu sanki içinden. Tabi bu sadece konu ben olduğumda böyle, hoşuma da gidiyordu hani. Bir süre sonra ev dediğiniz şeyi öğrendim. Yattığımız, kalktığımız, uyuduğumuz, bize ait eşyaların olduğu bir dünya. Bazıları benim için tehlikeliymiş onu da annem öğretti bana “cıs” diyerek. Sonra komşular var, Ayten teyze, kızı Büşra ve Süleyman amca. Hepsini yavaş yavaş tanımaya başladım. Bir de akraba diye birileri var. Dede, anneanne, babaanne, dayı, teyze, amca, hala… Ne kadar da çoklar. Öğrenmek zordu ama aralarında olmak güzeldi. Herkes seviyordu beni. Tek sobamız ve orada pişen yemek ve demlenen çaylarımız vardı. Kışın ıhlamur kaynatılırdı. İçerken “için ısınsın” ve bitince de “şifa olsun” diyen duacılarımız vardı. Herkesin içten olduğu ve samimiyet alıp satan hayatlarımız. Fakirimiz gerçekten fakir, zengin ise kendine yetebilen demekti o zamanlar.
Okul vakti geldi. Dış cephesi sarı boyalı tek katlı altı tane sınıfı olan bir binaydı. Beş altı öğretmen, bir müdür yardımcısı ve bir de müdürü olan okul. Sıraların üzeri biraz karalanmış, ahşabın boyası biraz silinmişti ama okuyorduk işte ve oturuyorduk saatlerce. Yüksek tavanlı ve kapının girişinde yanan sobası olan sınıflar vardı. Herkesin siyah önlük giydiği, tebeşir tozu soluyan öğretmen ve öğrencilerdik hepimiz. Ekonomilerimiz aşağı yukarı aynı ve beslenme çantalarında çoğumuzun ekmek arası peynir ve domates bir baş soğan arada da elma…
Herkesin topu olmazdı mesela. Sınıfça para toplanır ve alınan top sınıfın olur ve her gün bir kişi onu evine götürüp getirirdi. Bunu yapmak da ayrıcalık olurdu. Sabaha kadar istediğin kadar oynayabilmekti bu mesela. Teneffüs demek erkekler için maç yapmak kızlar içinse ip atlamak ve terli terli soğuk su içip akşam evde ateşlenmek demekti. Bazen babası kaymakam ya da belediye başkanı, asker ya da polis olan birileri gelir onlar da bir iki dönem kalır tayin olur giderdi. Hep biz bizeydik, sevenimiz de sevmeyenimiz de değişmezdi. Aynı kaptan yemek yer ve aynı odada ders çalışıp uyur ve ısınırdık. Varsa abi ya da ablanın kıyafetleri saklanır belki lazım olur diye bir sonraki nesle bırakılırdı. Annesinin kıyafetlerini daraltıp kendine uydurandan, basma Sümerbank kumaşından elbise dikene kadar, herkes bir şeyler yapardı.
Kadın evde marifet ve feraset, erkek güçlü kuvvetli olmak demekti. Çocuklar “ben de babam gibi güçlü olucam” der yemeklerini bitirir, kızlar akşam baba eve geldiğinde yaptıkları salatalar ile göze girmeye çalışırdı. Oğullar ve kızlar vardı, bir de anne ve babalar ve bazen gelip bizde kalan amca, dede, anneanne ve babaanneler vardı. Herkesin birbirini özlediği ve karşılaştığında hasret giderdiği ziyaretler. Küçük hediyeler, gelemediyse gönderilen kartpostallar lamba anahtarlarının altına sıkıştırılırdı. Ta ki bir sonraki kart gelene kadar. Her şey değerliydi ya da olana değer katılırdı. Bir şeylere sahip olmak yerine sahip olunanı değerli yapmaya çalışan insanlar vardı. Şehirde yaşayanlar köylere, köyde yaşayanın şehre bir merakı olurdu. Bazen değişiklik olsun diye gidilen parklarımız vardı. Bakkalımız, sokağımız, mahallemiz ile birlikte yaşar birlikte mücadele ederdik. Birinin derdi ile dertlenir sevincine ortak olurduk.
Çoğumuzun özlediği, hatırlarken bir siyah beyaz fotoğrafa bakar gibi gözünün önünden geçtiği zamanlardı bunlar. Bugün sobalarımız yok kaloriferli evlerimiz ve tabi odun kömür taşımak için komşuya yardım eden çocuklar da yok. Marka kahvelerimiz ve kafelerimiz var ama sohbetimiz dertleşmemiz yok. Okul kitaplarını bulma derdimiz yok çünkü bedava. Bakkal kalmadı mesela çoğu yerde, süper market veya alışveriş merkezlerimiz var. Aynı odayı paylaşan kardeşlerin yerine ayrı odalarda aynı evi paylaşan insanlar var artık. Masal anlatan dede, anneanne, dayı, teyzenin yerini televizyon, internet aldı. Artık çocuklar babalarına benzemek istemiyor, süper kahraman olamayan ilgi görmüyor. Hababam sınıfı sıkıcı artık, aile şerefi mazide kaldı ve karakter oyuncusu denilen kişiler de yok. Evin küçük hanımefendisi yerine, yalan hayatlar ile yoldan çıkaran, dedikodu ve iftira ile yazılmış senaryolarda rol yapan insanlar var artık. Zafere ulaşmak için her yol mübahtır diyen dizilerimiz var.
Çocukluğumuzda “büyüyünce ne olacaksın“ diyenlerin yerini, şunu al, şunu giy, şununla evlen, şurada otur diyenler aldı. Herkesin düşünceleri alındıktan sonra alınan kararlar yerine “ben bunu istiyorum“ diyenler ve çevresini buna uydurmak isteyenler var artık. İş yeri açıyorum, evleniyorum, okuyorum, çocuk sahibi oluyorum. Sonra her şeyi bir süre sonra kaybediyorum. Açık sözlülük ile patavatsızlığı, işe gitmek ile çalışmayı, evlilik ile evli olmayı, kazanç ile risk almayı bir tutan bir akıl ile nasıl bu sınavları geçebilirim ki? İnsan bu ister. İstemeyi bile hak edecek hayatım yokken nasıl elde edip tutabileceğim ki? Kaybedişleri şanssızlık olarak gördükçe ve ben değişmedikçe nasıl mutlu olabilirim ki? Nasıl hayal kırıklığı yaşamayayım ki?
Toprak fırında pişirilmiş bir ekmeğin veya sobada pişmiş is kokulu kestanenin tadını özlemeyen var mı? Artık patik ören nineler, şeker getiren dedeler nerdeyse yok, camda eşini özlem ile bekleyen kadın veya eşine hasta yatağında bakan kocalar ne kadar da az kaldı. Oysa nasıl başlamıştık hayata, daha altı yaşındayken “doğruyum, çalışkanım, küçüklerimi korumak ve büyüklerimi saymak değil miydi ilkem?
Hayatlar hayal kırıkları ile dolu ve insan hayattan bu kadar beklenti içindeyken nasıl mutlu olabilir ki? Mutluluğun sırrı bu kapağın altında mı yoksa şu kapağın altında mı diyerek mi geçecek bu ömrüm?
Aramak ile bulunacak bir şey değil, elindekini değerli yapacak olan bedelleri ödemektir diyebilecek kadar cesur olabilecek miyim? Bunu söylerken kendini yeterli gören insanların alayları ile baş edebilecek ve zamanın gerçeği ortaya çıkaracağına olan inancım ile devam edebilecek miyim? Boş bir yaşamım olmadığını anlayıp bu dünyaya gelmemin bir anlamının olması gerektiğini fark edecek miyim? Mesela neden güneş doğudan doğsun ve neden batsın ki batıdan ya da bu yıl neden şeftali versin ki bu ağaç neden kuşlar göç etsin ve gidilen yerden tekrar dönsün ki? Bir amacı olmadan hep tekrarlanan bir döngü neden olsun ki?
Kalanı görmemiş ve gidenin de geri geldiğine hiç şahit olmamışken hep kalacak gibi yaşamaya çalışmak kadar büyük bir yanılgıya nasıl düştüm ben?
Toparlanabilecek miyim?
Birkaç ay geçti bir de baban var dediler. İlk başta yalan yok biraz garipsedim. Anneme göre daha uzaktı bana. Bir sabah görürdüm bir de akşam. Bazen ben erken uyur babamın geldiğini de duymazmışım annem anlattı sonradan, haberim olmadan öper okşarmış beni, böyle giderirmiş özlemini. İşe gidiyormuş, ne demekse. Solucan gibiydim ilk başta, yerde kıvranıp duruyordum sonra ellerimi fark ettim. Onları önce ağzıma soktum sonra emekledim. Sanırım biraz da böyle devam etti yerdeki mücadelem. Evdeydim, yerdeydim. Derdim çoktu, fark eden de çoktu.
Annemin dikkati hep üzerimde, bana karşı merhametli ve yumuşak. Bazen babama kızardı, o zaman onu tanıyana aşk olsun. O merhamet dolu kadın gidiyor başka bir şey çıkıyordu sanki içinden. Tabi bu sadece konu ben olduğumda böyle, hoşuma da gidiyordu hani. Bir süre sonra ev dediğiniz şeyi öğrendim. Yattığımız, kalktığımız, uyuduğumuz, bize ait eşyaların olduğu bir dünya. Bazıları benim için tehlikeliymiş onu da annem öğretti bana “cıs” diyerek. Sonra komşular var, Ayten teyze, kızı Büşra ve Süleyman amca. Hepsini yavaş yavaş tanımaya başladım. Bir de akraba diye birileri var. Dede, anneanne, babaanne, dayı, teyze, amca, hala… Ne kadar da çoklar. Öğrenmek zordu ama aralarında olmak güzeldi. Herkes seviyordu beni. Tek sobamız ve orada pişen yemek ve demlenen çaylarımız vardı. Kışın ıhlamur kaynatılırdı. İçerken “için ısınsın” ve bitince de “şifa olsun” diyen duacılarımız vardı. Herkesin içten olduğu ve samimiyet alıp satan hayatlarımız. Fakirimiz gerçekten fakir, zengin ise kendine yetebilen demekti o zamanlar.
Okul vakti geldi. Dış cephesi sarı boyalı tek katlı altı tane sınıfı olan bir binaydı. Beş altı öğretmen, bir müdür yardımcısı ve bir de müdürü olan okul. Sıraların üzeri biraz karalanmış, ahşabın boyası biraz silinmişti ama okuyorduk işte ve oturuyorduk saatlerce. Yüksek tavanlı ve kapının girişinde yanan sobası olan sınıflar vardı. Herkesin siyah önlük giydiği, tebeşir tozu soluyan öğretmen ve öğrencilerdik hepimiz. Ekonomilerimiz aşağı yukarı aynı ve beslenme çantalarında çoğumuzun ekmek arası peynir ve domates bir baş soğan arada da elma…
Herkesin topu olmazdı mesela. Sınıfça para toplanır ve alınan top sınıfın olur ve her gün bir kişi onu evine götürüp getirirdi. Bunu yapmak da ayrıcalık olurdu. Sabaha kadar istediğin kadar oynayabilmekti bu mesela. Teneffüs demek erkekler için maç yapmak kızlar içinse ip atlamak ve terli terli soğuk su içip akşam evde ateşlenmek demekti. Bazen babası kaymakam ya da belediye başkanı, asker ya da polis olan birileri gelir onlar da bir iki dönem kalır tayin olur giderdi. Hep biz bizeydik, sevenimiz de sevmeyenimiz de değişmezdi. Aynı kaptan yemek yer ve aynı odada ders çalışıp uyur ve ısınırdık. Varsa abi ya da ablanın kıyafetleri saklanır belki lazım olur diye bir sonraki nesle bırakılırdı. Annesinin kıyafetlerini daraltıp kendine uydurandan, basma Sümerbank kumaşından elbise dikene kadar, herkes bir şeyler yapardı.
Kadın evde marifet ve feraset, erkek güçlü kuvvetli olmak demekti. Çocuklar “ben de babam gibi güçlü olucam” der yemeklerini bitirir, kızlar akşam baba eve geldiğinde yaptıkları salatalar ile göze girmeye çalışırdı. Oğullar ve kızlar vardı, bir de anne ve babalar ve bazen gelip bizde kalan amca, dede, anneanne ve babaanneler vardı. Herkesin birbirini özlediği ve karşılaştığında hasret giderdiği ziyaretler. Küçük hediyeler, gelemediyse gönderilen kartpostallar lamba anahtarlarının altına sıkıştırılırdı. Ta ki bir sonraki kart gelene kadar. Her şey değerliydi ya da olana değer katılırdı. Bir şeylere sahip olmak yerine sahip olunanı değerli yapmaya çalışan insanlar vardı. Şehirde yaşayanlar köylere, köyde yaşayanın şehre bir merakı olurdu. Bazen değişiklik olsun diye gidilen parklarımız vardı. Bakkalımız, sokağımız, mahallemiz ile birlikte yaşar birlikte mücadele ederdik. Birinin derdi ile dertlenir sevincine ortak olurduk.
Çoğumuzun özlediği, hatırlarken bir siyah beyaz fotoğrafa bakar gibi gözünün önünden geçtiği zamanlardı bunlar. Bugün sobalarımız yok kaloriferli evlerimiz ve tabi odun kömür taşımak için komşuya yardım eden çocuklar da yok. Marka kahvelerimiz ve kafelerimiz var ama sohbetimiz dertleşmemiz yok. Okul kitaplarını bulma derdimiz yok çünkü bedava. Bakkal kalmadı mesela çoğu yerde, süper market veya alışveriş merkezlerimiz var. Aynı odayı paylaşan kardeşlerin yerine ayrı odalarda aynı evi paylaşan insanlar var artık. Masal anlatan dede, anneanne, dayı, teyzenin yerini televizyon, internet aldı. Artık çocuklar babalarına benzemek istemiyor, süper kahraman olamayan ilgi görmüyor. Hababam sınıfı sıkıcı artık, aile şerefi mazide kaldı ve karakter oyuncusu denilen kişiler de yok. Evin küçük hanımefendisi yerine, yalan hayatlar ile yoldan çıkaran, dedikodu ve iftira ile yazılmış senaryolarda rol yapan insanlar var artık. Zafere ulaşmak için her yol mübahtır diyen dizilerimiz var.
Çocukluğumuzda “büyüyünce ne olacaksın“ diyenlerin yerini, şunu al, şunu giy, şununla evlen, şurada otur diyenler aldı. Herkesin düşünceleri alındıktan sonra alınan kararlar yerine “ben bunu istiyorum“ diyenler ve çevresini buna uydurmak isteyenler var artık. İş yeri açıyorum, evleniyorum, okuyorum, çocuk sahibi oluyorum. Sonra her şeyi bir süre sonra kaybediyorum. Açık sözlülük ile patavatsızlığı, işe gitmek ile çalışmayı, evlilik ile evli olmayı, kazanç ile risk almayı bir tutan bir akıl ile nasıl bu sınavları geçebilirim ki? İnsan bu ister. İstemeyi bile hak edecek hayatım yokken nasıl elde edip tutabileceğim ki? Kaybedişleri şanssızlık olarak gördükçe ve ben değişmedikçe nasıl mutlu olabilirim ki? Nasıl hayal kırıklığı yaşamayayım ki?
Toprak fırında pişirilmiş bir ekmeğin veya sobada pişmiş is kokulu kestanenin tadını özlemeyen var mı? Artık patik ören nineler, şeker getiren dedeler nerdeyse yok, camda eşini özlem ile bekleyen kadın veya eşine hasta yatağında bakan kocalar ne kadar da az kaldı. Oysa nasıl başlamıştık hayata, daha altı yaşındayken “doğruyum, çalışkanım, küçüklerimi korumak ve büyüklerimi saymak değil miydi ilkem?
Hayatlar hayal kırıkları ile dolu ve insan hayattan bu kadar beklenti içindeyken nasıl mutlu olabilir ki? Mutluluğun sırrı bu kapağın altında mı yoksa şu kapağın altında mı diyerek mi geçecek bu ömrüm?
Aramak ile bulunacak bir şey değil, elindekini değerli yapacak olan bedelleri ödemektir diyebilecek kadar cesur olabilecek miyim? Bunu söylerken kendini yeterli gören insanların alayları ile baş edebilecek ve zamanın gerçeği ortaya çıkaracağına olan inancım ile devam edebilecek miyim? Boş bir yaşamım olmadığını anlayıp bu dünyaya gelmemin bir anlamının olması gerektiğini fark edecek miyim? Mesela neden güneş doğudan doğsun ve neden batsın ki batıdan ya da bu yıl neden şeftali versin ki bu ağaç neden kuşlar göç etsin ve gidilen yerden tekrar dönsün ki? Bir amacı olmadan hep tekrarlanan bir döngü neden olsun ki?
Kalanı görmemiş ve gidenin de geri geldiğine hiç şahit olmamışken hep kalacak gibi yaşamaya çalışmak kadar büyük bir yanılgıya nasıl düştüm ben?
Toparlanabilecek miyim?
İyi ki bu tür yazılar hala beni hâla etkiliyor... Yazanın yüreğinde sağlık ve genişlik eksik olmasın.
YanıtlaSilBizler bunca değeri nezaman yitirdik 😔
YanıtlaSilBüyüyünce adam olacaksın derlerdi. Sahi biz büyüdükte adam olabildik mi acaba..
YanıtlaSilYüreğinize, emeğinize sağlık benliğimizi ve değerlerimizi unutali çok olmuş.
Yüreğinize sağlık
YanıtlaSilToparlanabilenlerden olmak ümidiyle ��
Allah sizin gibilerin sayısını artırsın.🍀
YanıtlaSilEfsane bir yazı olmuş yine ellerinize sağlık
YanıtlaSilHer okuduğum cümleyi içimden bir ahh geçirerek okudum.... toparlanmak nasip olur inşallah...
YanıtlaSilÇok güzel Bi yazı olmuş. Aklınıza fikrinizle kaleminize saglık teşekkür ederim
YanıtlaSilSacmaliklarin bininin bir para oldugu bu devirde,
YanıtlaSilInternet denen mecradaki onca luzumsuzluktan siyrilip,
Burada bu satirlari okuyabilmis olmak bile bir ayricalik sahiden :)
Allah razi olsun.
Duyarlı bir yorum güzel bakış açısı
SilOkurken ki iç çekişlerim...
YanıtlaSilO günler geri gelmeyecek ama bizler o günleri tekrar oluşturabiliriz!
Ne güzel ki bize bu satırlarla özlem giderttiniz teşekkürler.
Allah o saflıkta şimdi yaşamayı nasip etsin bizlere..