BİZİM EVDE BİR YANLIŞ DÖRT DOĞRUYU GÖTÜRÜYOR...

Elleri daha tazecik teniyle kaplıyken yer yer kanlı lekelerle süslenmişti. Lekelerden belli oluyordu ki çok uğraşmıştı. Kazımış, kaşımış tekrar kazımış ve canını acıtmıştı. Rahat değildi belli ki. Kazıdıkça alışkanlık haline gelmiş, kendine zarar vermekten çekinmez olmuştu. Hatta zaman içerisinde bununla rahatlar olmuştu. İnsan acı ile nasıl rahatlardı? Daha on altısında onun dünyası buna nasıl karar vermişti? En güzel ve en canlı yaşında kendine neden bu kadar zarar veriyordu? Kollarını ve bileklerini saklamaya çalışması kendinin de yaptığından memnun olmadığını gösteriyordu aslında.

Halbuki yaşı ilerlemiş, teni değişmiş, kırışıklıkları artmış, çizgilerinin aralarındaki gölgeler kalınlaşmış biri için tenini beğenmemek daha anlaşılırdı. Ama onun için hiç anlaşılır değildi. Daha hiçbir kırışıklığı bile yokken… Pembe beyaz taptaze bir teni vardı. Yumuşacık ve çok güzel… Ama o bu güzelliği kazımış, yara izleri ile doldurmuştu.
Kendine zarar eğilimi neden olurdu ki o yaşta? Onu hayattan ve kendinden bu kadar çok ne uzaklaştırmıştı? Daha şimdiden gitmek ve ölmek istiyordu. Oysa en hayat dolu olacağı yaştaydı. Gelecek merakı ve yapacak, göreceklerinin heyecanı yerini görmek, duymak istemediklerine bırakmıştı. Meslek edinme heyecanı yerine kendimi nasıl çirkinleştiririm ile ilgileniyordu. Cinsiyetinin sahip olduğu avantajlar bile yerini ‘beni yargılamasınlara’ dönmüştü. Sadece on altısındaydı oysaki…

Aynaya daha çok bakılıp, daha çok süslenilen, bakıma başlanan ve kendini beğenmeye, fark etmeye çalışılan yaşta o uzaklaşmak istiyordu, halbuki çok da güzeldi. Neydi bu nefretin kaynağı, nasıl bu kadar karışmıştı iç dünyası? Yaşam sevinci yerini ölme arzusuna bırakmıştı. Sadece on altısındaydı oysaki…

Neyi, kimi severdi acaba? Onlar onu hayata bağlayabilir miydi? Umudu olsaydı gitmek istemezdi bu kadar. Demek ki sevdikleri de güvendikleri değildi. Ya da sevmek istedikleri sevemedikleriydi belki de sevilmedikleri… Kimi sevmeye kalksa korkuyordu. Onu tanıdıkça sevmeyecekler onu üzecekler yine diye düşünüyordu. Neden sevsinlerdi? Onun sevilecek bir tarafı mı vardı?

Onu sevenler yok muydu? Vardı vardı tabi ama sevmeyi bilmeyendi onu sevenler. Öyle yanlış sevmişlerdi ki onu; dost ve düşman karışmıştı. 1 yanlış dört doğruyu götürüyordu o evde. 1 yanlışa dört doğruyu yok saymak. Bir çirkinliğe dört güzelliği unutmak. Adaletli mi? Değil… Güzel mi? Değil… Eğlenceli mi? Değil. Sevgi mi? Değil. Neydi peki?

Kendine göre sevmekti. Farkında olmadan sevgiye nefret bulaştırmaktı. Hatasızlık aramaktı. Tahammülsüzlük ve zayıflıktı. Yetiştirememekti. Ona sevgi ile konsantre olamamaktı. Sadece olumsuzları görüp onları düzeltince yetiştiriyorum zannetmekti. Ama öyle olmuyor ki. Olmadıkça da şikayetler ve üzerine yürümeler, hataları daha çok söylemeler ilişkinin kendisi oluyordu.
Neden annesi ona bu kadar acımasızdı peki? Gücü ona yetiyordu çünkü. Babaya olan kızgınlık, babaya yapması gerekenleri yapamamak, babadan beklediklerini bulamamak onu hırçın yapıyordu. Tüm hıncını da çocuklardan çıkarıyordu. Tüm suçlu onlardı. Hiç kendine ‘bu çocukların ne suçu olabilir ki? Diye sormamıştı. Ne kadar da garip?

Babanın hatalarına tahammül ederken tahammülünü tüketmişti. Ona sabredeceğim derken sabırsız olmuştu. Onla mutlu olacağım derken ve olamazken yüzündeki tebessüm yerini çatık kaşlarına bırakmıştı zamanla. O yüzden ne kadar güzel tarafları olduğunu göremiyordu evlatlarının. Sadece hatalarına odaklanıyordu. Bir hata dört doğruyu götürüyor ve elde sadece hatalar kalıyordu. Onlara hep hatalarını hatırlatıp azarlayıp suçluyordu. Onlar o kadar suçluydu ki sevilemiyorlardı. Her anne sever evladını. Her anne çok zor yetiştirir evladını. Ama bir yapıp on söylerse ne olur? Nefreti karşıyı sarar. Çok fedakârlık yapılır ama o kadar söylenir ki insan yapma o zaman demek ister. Yapma o zaman. Yapma o zaman…. Ve o ısrarla yapmaya devam eder aynı bıktırma yöntemi ile.

Peki ne zamana kadar? Evlat elden gitme sinyalleri verene kadar. Anladı mı? Hayır anlamadı. Çünkü hala suçlu o. Hataları var ve o hatalar dört doğruyu götüre götüre komple hatalı oldu. O zaman ‘ben hatalı doğdum, ben bu dünyaya fazlayım’ diye düşünmeye başlıyor kişi.

Ama annem benim kendimi fazla görüp mutsuzluğumun derinliğini dahi göremiyor. O kadar suçluyum ki artık sevilmiyorum. Oysa suçsuzken de sevilmiyordum. Ben hep suçluydum. Başımı okşayıp seven olmadı. Günlük ihtiyaçlarım karşılandı. Güzel yedim güzel içtim ve temiz bakıldım. Beni güzel büyüttüler ama yetiştiremediler. Neyi neden yaparım, neyi neden yapmam kendime nasıl güvenirim insanlara nasıl güvenirim anlatmadılar. O zaman ben nasıl yol bulurum, yön bulurum? Yol zannettiklerimle arkadaş oldum ve yanlış çıktılar anneme göre. Zaten ben hep yanlış yapıyorum. Ben hiç doğru bir şey yapamıyorum. Beceremiyorum hiçbir şeyi. Yapmayayım bari. ‘Benim suçum ne?’ deyip cevabını bulamayan çocuk o zaman ‘ben çok gereksizim, doğmamalıydım’ demeye ve ölümü arzulamaya başlar. ‘Yüküm ben herkese yüküm. O zaman yük olmayayım…’ Kendine güven gider. Ne yapsa suçlu bulunan çocuk nasıl kendine inanacak?
Doğrusu neydi bunun? Bir bilsem... Ama ben suçluyum ve anneme yüküm bu hayatta. Onun da problemiyim, herkesin problemiyim. O zaman başlıyor işte kendine acı vermeler ve gencecik bedenini kazımalar.

Bir evde bir yanlış dört doğruyu değil bir doğru dört yanlışı götürmeli. Doğrular özendirilmeli ki insanlar onu arttırabilsinler. Yanlışlara değil doğrularına odaklanın. Onları doğruları ile sevin, yanlışlarını düzeltmeleri için de yol gösterin. Sadece yanlışa odaklanıp hiçbir doğruyu görmeyeni kimse dinlemez. Dinlemez ama aldığı azarlara üzülür, kırılır ve paramparça olur.

Yetemediğiniz yerde sorumlulukları paylaşın. Onları sorumluluk vererek güçlendirin ki kaybolmasınlar. Zorlukları göğüsleyebilsinler. Ama o sorumluluğu yerine getirirken azarlamayın. Yapamıyorsun sen zaten neyi yapabildin. Yine ne? Demeyin. Ağzımızdan çıkan her kelime ve ses ve de ton çok önemlidir.

Doğurmak ve büyütmek ayrı şeyler, insan yetiştirmek ayrı şeylerdir. Farkını bilmezsek çok büyük hatalar yapıp hiç fark edemeyiz. Çok yaralı insanları hayata bırakmış oluruz. Mesele yetiştirmekle ilgilenmektir. Onun yetişebilmesi için önce kendisine inanması lazım. Sorumluluklarını alabilmesi için özendirilmesi lazım. Tatlı sert olmak lazım. İyi model olmak lazım. Başkası ile olan probleminizi o kişi ile çözmeye odaklanın.

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki “Dış dünyada gördüğünüz hiçbir çözüm gerçek değil.” O yüzden suçlamalar sizi çözümden uzaklaştırır.

Çocukları severken onların her türlü probleminde esas sığınacağı RABbini de onlara tanıtmak çok önemli. Gerçek sığınağı olmayan olayların içinden çıkamaz ve gencecik yaşında güçlenemeyip dayanamaz hale gelip ölüm arzusu içinde olabiliyor. O yüzden mutlaka güçlenmesi için gerçekliğe sığınmalı.

Evlatlarımızın ne giyeceği, ne yiyeceği, nerede eğleneceği, nerede tahsil göreceği çok önemli konular. Ama en önemli konular değil. En önemli konular nasıl bir insan olacağıdır. Bu hayata nasıl bir insan bırakıyorsunuz? O insan iyi biri mi? Dürüst? Adil? Sadık? Cömert? Sorumluluk bilincinde? Güçlü? Çözüm odaklı? Biz kimi yetiştirdik? Hayata kimi bırakıyoruz? Bir gün aile kurduğunda veya yönetici olduğunda ya da mühendis, insanların bir yanlışında dört doğrusunu silecek biri mi? Onları yetiştirebilecek biri mi? Kimi hayata bırakıyorsanız her yaptığında size de pay olacak...

Yorumlar

  1. Kimi hayata bırakıyoruz? İnsanın yine kendisiyle karşılaştığı bir yazı... ALLAH razı olsun inşaALLAH.

    YanıtlaSil
  2. Tek Kelime İle Harika Ötesi Muhteşem Teşekkürler

    YanıtlaSil
  3. Daha yalın ve anlamlı anlatılamazdı sanırım, tebrikler

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tek Olmak Yalnız Olmak Demek Değildir Oysa!

KADER AĞLARINI ÖRÜYOR...

GEÇİCİLİĞİN İÇİNDEKİ GERÇEK AMAÇ...